02 Aralık 2011

Kerbela

Etiketler:

Medine halkı ayakta!! Hüseyinim gitme. Karar karardı lakin gidecekti. Abdullah Mun Muti meşhur sahabe gelecek Hüseyinin boynuna sarılacak Hüseyinim kurbanın olayım gitme. diyecekti. Kurbanın olayım kufe halkına güvenme kurbanın olayım gitme Hüseyinim Osman gibi vururlar senide. Osmanı musafın başında öldürdüler o nasipsiz insanlar kurbanın olayım. GİTME HÜSEYİN !!!!!

2 gündür su içemiyorlardı, bir damla ne ki bir damla ne ki çocuklar feryat ediyorlar dı su diye anaların sütü kurumuşdu su yoktu. Bir damla su verin dedi,yok diyorlardı.İsyan etti Hüseyin Allah dan korkun dedi. Şu fırat ve dicleden şu anda yahudiler ve hristiyanlar su içiyorlar siz peygamber torunlarına bir yudum su vermiyorsunuz.

Tatlı bir su içerken Kerbelayı hatırlayın Peygamber torunlarının nasıl SUSUZ şehid olduklarını hatırlayın..




Selam olsun Muharrem ayının ilk cumasına Selam olsun Hz. Hüseyine Selam olsun Ehlibeyt'e Selam olsun o güzel seyyidler, Peygamber torunlarına.

Berkan Meral Cuma, Aralık 02, 2011

24 Kasım 2011

Bedelli

Etiketler:

“Parası olan askerlikten kurtulacak, parası olmayan gidecek, benim vatandaşım bu işe sıcak bakmıyor, ben şahsen böyle bir sorumluluğun altına girmem, referandum yaparım” diyenler tükürdüklerini ne güzel yaladılar.Boşuna dememişler;
 Ensesi kalınsa... Canın sağolsun. Garibansa... Vatan sağolsun.


Berkan Meral Perşembe, Kasım 24, 2011

20 Kasım 2011

Class ve Object:

Etiketler:


Class'a taslak ,object’e ise somut ürün diyebiliriz. Class ana hatları belirtirken object ise bu ana hatlardan yararlanılarak oluşturulmuş nesneleri ifade eder.


Class’ları bina yapımındaki krokiler olarak , binaları ise bu krokilerden türetilen object'ler olarak yorumlayabiliriz. Class’ların belirli Property,Method ve Eventları vardır. Ama bu öğelere (Property,Method ve Eventları) herhangi bir bilgi yerleştirilmesi sözkonusu değildir. Bu bilgileri yerleştiren Object’lerdir. O zaman binanın taslağından (class) yola çıkarsak her binanın(objenin) rengi farklı olacaktır. Çünkü her objenin kendi özellikleri sözkonusudur. 


Class ve Object arasında ilişki aşağıdaki şekilde gösterilmektedir. Class’lar bir kere oluşturulur(Örneğin bir Araba Modeli) ve bu class’tan yararlanılarak bir çok object(Araba) oluşturulur.







Berkan Meral Pazar, Kasım 20, 2011

18 Kasım 2011

Çınar

Etiketler:

"Bir koca çınar ağacının dibine su kabağı tohumu düşmüş. Bir-iki ay sonra yağmur yağıp güneş açınca su kabağı hızla büyümüş ve o çınarın boyuna yetişmiş ve çınar ağacı ile dalga geçmeye başlamış. Su kabağı çınar ağacına kaç yıllık çınarsın ben bir-iki ayda geldim ve seni geçtim görüyormusun demiş. Çınar agacı ise gülmüş ve yakında sonbahar geliyor hele bir kırağı düşmeye başlasın seni görüceğim demiş. Kış gelince o su kabağı serilmiş yere ama o koca çınar dimdik ayakta durmuş."

Berkan Meral Cuma, Kasım 18, 2011

09 Kasım 2011

Atatürk Diyor Ki;

Etiketler:

"İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, fani Mustafa Kemal; diğeri milletin içinde yaşattığı Mustafa Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben ortaya çıktımsa, beni bir Türk anası doğurmadı mı, Türk anaları daha nice Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyz milletindir, benim değildir."


"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafidir (yeterlidir.)"




Mustafa Kemal ATATÜRK

Berkan Meral Çarşamba, Kasım 09, 2011

Sana hasret...

Etiketler:





Berkan Meral Çarşamba, Kasım 09, 2011

Büyük Olmak

Etiketler:

"Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin: Hiç kimseyi aldatmayacaksın. Ülke için gerçek amaç ne ise, onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır; herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır, fakat sen buna karşı direneceksin. Önüne sonsuz engeller de yığacaklardır. Kendini büyük değil, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin." M.Kemal ATATÜRK

Berkan Meral Çarşamba, Kasım 09, 2011

07 Kasım 2011

Google’dan yumurtalar

Etiketler:

Hemen Google’a girin ve arama kutucuğuna şunu yazın: do a barrel roll (kopyala yapıştır yapmayın, çalışmaz çalışıyormuş). Önce bir şaşırın, eğlenin sonra da arkadaşlarınıza sanki kendiniz bulmuş gibi gösterip neşenize neşe katın. Ecnebilerin dediği gibi: hav’e fan! Kaynak:egonomik.com

Berkan Meral Pazartesi, Kasım 07, 2011

06 Kasım 2011

Kurban Bayramı

Etiketler:

"Oğlu İsmail'i bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı.Ama RAB'bin meleği göklerden, "İbrahim, İbrahim!" diye seslendi. İbrahim, "İşte buradayım!" diye karşılık verdi. Melek, "Çocuğa dokunma" dedi, "Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin." İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu." Allah hepimizi İsmail kadar değerli bir evlat,İbrahim kadar sözünün eri bir insan eylesin... Hepimizin Kurban Bayramı kutlu olsun...

Berkan Meral Pazar, Kasım 06, 2011

05 Ekim 2011

Cesaret

Etiketler:

"Bir ülkede namuslular da en az namussuzlar kadar cesaretli olmadıkça,denetçiler rüşvet aldıkça,yapanın yaptığı yanına kar kaldıkça ve kimsenin bu gidişe kılı bile kıpırdamadıkça, hiç kimsenin yarınlara umutla bakma hakkı yoktur."

Mustafa İsmet İnönü

Berkan Meral Çarşamba, Ekim 05, 2011

04 Ekim 2011

Ahde vefa

Etiketler:


Hz.Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler, derlerki
-Ey halife bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.
Bu söz üzerine Hz.Ömer suçlanan gence dönerek:
-Söyledikleri doğrumu diye sorar.
Suçlanan genç derki evet doğru bu söz üzerine Hz Ömer:
-Anlat bakalım nasıl oldu diye sorar.
Bunun üzerine genç anlatmaya başlar,derki :
-Ben bulunduğum kasaba hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Hayvanlarımın arasında bir güzel atım varki dönen bir defa daha bakıyor hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü, nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım babası öldü, kaçmak istedim, fakat arkadaşlar beni yakaladı,durum bundan ibaret,dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer söyleyecek bir şey yok bu suçun cezası idam, madem suçunu da kabul ettin…
Bu sözden sonra delikanlı söz alarak:
-Efendim bir özrüm var, ben memleketinde zengin bir insanım babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı, gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kaldım şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettğiniz için Allah indin’de sorumlu olursunuz, bana üç gün izin veriseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime birini bulurum der.
Hz Ömer dayanamaz derki:
-Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalırki? der,
Sözün burasında genç adam ortama bir göz atar derki,
-Bu zat benim yerime kalır, o zat Hz peygamber (s.a.v)  efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelen Amr ibni Asr’ dan başkası değildir. Hz Ömer Amr ‘a dönerek
-Ey amr delikanlıyı duydun, der.
O yüce sahabi:
-Evet, ben kefilim der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur, Medinenin ileri gelenleri Hz Ömere çıkarak gencin gelmeyeceğini, dolayısıyla Amr ibni Asr’a verilecek idamın yerine, maktülün diyetinin verilmesini teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz, derler.
Hz Ömer kendinden beklenen cevabı verir, derki,
-Bu kefil babam olsa farketmez, cezayı infaz ederim.
Hz Amr ibni Asr ise tam bir teslimiyet içerisinde derki,
-Biz de sözümüzün arkasındayız.
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür.
Hz Ömer gence dönerek derki,
-Evladım gelmeme gibi önemli bir fırsatın vardı neden geldin.
Genç vakurla başını kaldırır ve:
-Ahde vefasızlık etti demeyesiniz diye geldim, der.
Hz Ömer başını bu defa çevirir ve Amr ibni Asr’a derki,
-Ey amr sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasıl oldu da onun yerine kefil oldun?
Amr ibni Asr :
-Bu kadar insanın içerisinden beni seçti, insanlık öldü dedirtmemek için kabul ettim der.

Berkan Meral Salı, Ekim 04, 2011

21 Eylül 2011

Haydi Kalk Ayağa!!!

Etiketler:



Eskiler bilir;
15 yıl şampiyonluk görmemelerine rağmen 16 yıl omuzlarında taşıdılar..
Çünkü onlar yüreğiyle Beşiktaş aşkıyla oynayanları çok sevdiler halada seviyorlar ...



Aynalarda gördüğümsün,
Ağladığım güldüğümsün,
Aynalarda gördüğümsün,
Çözemezler kördüğümsün sen.
Bilge bir kuş gökyüzünde,
Bak ne diyor son sözünde,
Yıkılma öyle.
Haydi kalk ayağa,
Yürü güneşe..

Berkan Meral Çarşamba, Eylül 21, 2011

15 Eylül 2011

Yozgat

Etiketler:

Yozgat isminin nerden geldiği efsanesi; İlin asıl adı BOZOK olup, zamanla Yozgat olarak değiştirilmiştir. Oğuzların BOZOK koluna mensup Türkmenlerin bu bölgeye akınıyla birlikte yöre BOZOK ismiyle anılmıştır. 1800'lü yıllara doğru bu ismin yanı sıra Yozgat adı da telaffuz edilmiştir. Yozgat adının kaynağı konusunda ise değişik söylentiler ileri sürülmektedir. Türkmenler ota yoz derler. Horasan'dan gelip Çapanoğlu Aşireti bu bölgeye yerleştiklerinde yemyeşil uzanıp giden bir otlakla karşılaşınca sürülerini bu otlağa bırakıp çadırlarını kurmuşlardır. Zamanla çadırların yerini taş ve kerpiç binalar almış ve küçük bir kasaba meydana gelmiştir. Türkmenler bu kasabaya Yoz Kant (Otlak Kenti) ismini vermişlerdir. Zamanla bu kelime Yozgat olarak halk diline yerleşmiştir.
 şeklinde her ilin bir efsanesi vardır malumunuz..Ama Yozgat farklıdır,bu ismin derin bir anlamı vardır..İşte Yozgat isminin gerçek efsanesi;
  Yiğit
  Onurlu 
 Zeki 
 Güvenilir
 Ahlaklı 
Türkiye sevdalısı

Berkan Meral Perşembe, Eylül 15, 2011

31 Ağustos 2011

Pehlivanın hikayesi

Bir pehlivan bir kıza aşık olur.O kız ki bir kral kızı…
Pehlivan kızı almak istiyor fakat mecbur krala çıkması lazım…Pehlivan işte parasız pulsuz çulsuz bi adam işte…
Kralın karşısına çıkıyor ve ben kızını seviyorum,aşık oldum almak istiyorum diyor..
Kral pehlivanın beklediği gibi çıkmıyor…Peki delikanlı diyor sana kızımı vereceğim çünkü hoşuma gitti senin tavrın..Ama bir şartım var diye ekliyor kral…Gideceksin Hz.Ali’nin kellesini getireceksin bana…
Pehlivan tamam diyor kabul ediyor aşk bu ya…
Çıkıyor yola gidiyor Hz.Ali’nin yanına…Hz.Ali’yi bir ağaç altında uyurken görüyor.Fırsat bu fırsat diyor tam o esnada kılıcını çekiyor,tam kafasına vuracakken ne olsun.Kılıç elinden kayıveriyor…
Kılıcın sesine Allahın Aslanı uyanıyor.Bakıyor bir tarafta kılıç,bir tarafta pehlivan yapılı bir adam…Hayırdır? Diyor.
Pehlivan her şeyi mertçe söylüyor.Ey Ali durum şudur:ben bir kız sevdim bir kralın kızıydı,kraldan kızı istedim.Kral dedi ki Ali’nin kellesini bana getir kız senindir.Ben de senin kelleni almaya geldim…
Hz.Ali doğruluyor ve yerdeki kılıcı alıyor ve pehlivana veriyor, al diyor vur kellemi…
İki gönlün arasına giren başın benim omuzlarımın üzerinde yeri yoktur…

Berkan Meral Çarşamba, Ağustos 31, 2011

Yağı Unutmak


Bir tüccarın her zaman ben mutsuzum diyen bir oğlu varmış. Tüccar mutluluğun sırrını öğrenmesi için oğlunu zamanın en bilge kişisinin yanına yollamış. Delikanlı o bilge kişiye ulaşmak için çölde kırk gün yürüdükten sonra bir tepenin üzerinde bilgenin sarayını görmüş. Muaazam bir saraymış. Hemen oraya tırmanmış ve bilge ile görüşmek istediğini söylemiş. Bilge ile görüşmeyi beklerken salonda hummalı bir hareketlilik varmış. Salon çok kalabalık bir tarafta orkestra ezgiler çalarken, insanlar kendi aralarında sohbet etmekte ve bilge kişiyle görüşmek için sırasını beklemekte. Görüşme sırası kendine gelince delikanlı bilgeye mutluluğun sırrını sormuş. Bilge şu an anda sana bunu öğretmeye zamanım yok… sen şimdi çık sarayı dolaş gez etrafa bak iki saat sonra gel deyip çocuğun eline bir kaşık tutuşturmuş ve içine iki damla yağ damlatmış: “sarayda dolaşırken bu kaşığı elinde tutacak ve yağı dökmeyeceksin” demiş. Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkarak sarayın içini dışını bir güzel gezmiş, ama gözünü elindeki kaşıktan hiç ayırmıyor, yağın dökülmemesi için çok dikkat ediyormuş. İki saat sonra Bilgenin yanına gelmiş. Bilge: Sarayı gezdin mi deyince, Genç: Evet gezdim çok büyükmüş demiş. Bilge: Peki salondaki acem halılarını gördün mü, duvardaki tabloları, bahçıvanımın on yılda emek çekerek meydana getirdiği o güzel bahçeyi, rengarenk çiçekleri gördün mü ve kütüphanede kitapları? Sorular karşısında delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. Çünkü bilgenin verdiği yağı dökmemek için çabaladığından başka bir şeye dikkat edemediğini söylemiş. Bilge öyle ise tekrar çık çevrendeki harikaları iyice tanı oturduğu evi tanıyamayan mutluluğun sırrını öğrenemez demiş. Delikanlı kaşığı tekrar eline alarak sarayı gezmeye çıkmış bu sefer her şeyi inceden inceye görüp bahçeyi çiçekleri duvardaki tabloları bütün sanat eserlerini büyük bir zevk ve heyecan ile incelemiş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini ayrıntıları ile anlatmış. Bilge: Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede diye sormuş. Kaşığa bakan delikanlı kaşıktaki yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bilge: İşte oğlum dünyanın bütün harikalarını görerek mutluluğun sırrını öğrenebilirsin, ancak kaşıktaki yağı unutarak…

Berkan Meral Çarşamba, Ağustos 31, 2011

30 Ağustos 2011

30 Ağustos ♦ Çifte Bayram



30 AĞUSTOS ZAFER

BAYRAMIMIZ

ve

RAMAZAN BAYRAMIMIZ

KUTLU OLSUN...

Berkan Meral Salı, Ağustos 30, 2011

29 Ağustos 2011

Düşler Sokağı



Ben kuşlardan da küçüktüm, bir gece vaktiydi
Aşk tutttu elimden benim
Geçtim düşler sokağından, bir gece vaktiydi
Ceplerimde hacı yatmazlar

Yağmur yağsa, uykum kaçsa
Bir kuş konsa badi parmağıma
Ağlardım bir başıma

Sevdadandır, sevdadandır
Sevdadandır dedi annem, aldırma
Aldırma, gel yanıma

Kaç mevsim aşk pazarında geçti yalanlarla
Düş sattım aldanmışlara
Aklım kaçıverdi yerinden bir gece vaktiydi
Sevdiğim başka sevenim başka

Yağmur yağsa, uykum kaçsa
Bir kuş konsa badi parmağıma
Ağlardım bir başıma

Berkan Meral Pazartesi, Ağustos 29, 2011

26 Ağustos 2011

En Değerli İnsan


İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek birbirlerine zekâ gösterisi yaparlardı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynisi üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komsu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Söyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: ..
“-Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynisi gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.”

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi. İyi okumuş, akilli ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı. İkinci heykele de ayni işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komsu hükümdara cevabi yazdı:

“Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”….

Berkan Meral Cuma, Ağustos 26, 2011

Nimetlerin Farkına Varmak


İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu. Vücudunda ise bars hastalığı olduğu anlaşılıyordu.

Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış şöyle dua ediyordu:

– Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.

Hazret–i İsa kötürüm adama yaklaştı:

– Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor. Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen? Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelerek dedi ki:

– Efendi! Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de O’na şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde de O’na şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü lütfeylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor da:

– Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbime ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!. diye sevinç duaları etmekten kendimi alamıyorum.

Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu kötürüm adama yaklaşan İsa aleyhisselam:

– Ver şu elini öyle ise! diyerek adamın elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.

Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:

– Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi peygamber değil misin? der.

– Belli olmuyor mu? deyince:

– Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden Hz. İsa:

– Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar. Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:

– Ey Allah’ın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O’ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O’na bir şükredeyim, diyerek hemen yere iner başını secdeye koyarak der ki:

– Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl ödeyeceğim bu nimetlerin karşılığını?.

Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allah’ın Nebisi işaret eder:

– Benim değil şu secdedeki kötürüm adamın elini öpün!..

Derler ki:

– Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç böyle mutluluk duymadık.

– Öyle ise der, tefekkür edin, siz de düşünün. Düşünen insan sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise mahrumiyet duygusunda kalır.


Bugün Kadir Gecesi...Kadir Gecesi değer gecesidir, Allah tarafından değerli kılınmış bir gecedir. Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Bu gece bir ömürden daha hayırlıdır. Ellerin açıldığı, gözlerin dualarla yaşardığı, kalplerin okşandığı Kadir Gecesinde bütün insanların günahlardan uzaklaşıp tövbelerinin kabul edilmesini niyaz ederim. Allah tüm inananları kendi yolundan ayırmasın,vatanımıza milletimizi her türlü beladan uzak tutsun,kahraman ordumuza karada,havada,denizde her zaman ve her yerde zaferler ihsan eylesin...Tüm inanan iyi insanları korusun,onlara iyilikler güzellikler nasip eylesin...Amin...

Berkan Meral Cuma, Ağustos 26, 2011

17 Ağustos 2011

Mumcu'dan

“Bir kalem susar, yerini bir başkası alır. Bu kalemler tükenmez. Ne kelepçeler, ne demir kapılar, ne iddianameler ve ne de beş yıldan yirmi yıla uzanan hapis cezaları, bu kalemleri korkutamadı, bundan sonra da korkutamaz.

Kalemler vardır… Sömürünün vurgunun zırhıdır… Kalemler vardır… Özgürlüğün ve barışın silahıdır… Kalemler vardır, gençlerin idam kementlerinde kırılır atılırlar… Kalemler vardır… Resmi belgelere durmadan imza atar ve kalemler vardır, yılmadan usanmadan, eğilmeden, bükülmeden yazar…”

Uğur Mumcu

Berkan Meral Çarşamba, Ağustos 17, 2011

16 Ağustos 2011

Bir Olalım

Bugün Nevşehir'de 48. Ulusal 22. Uluslararası Hacı Bektaş-ı Veli Anma Törenleri yapılmakta..Ben de Hacı Bektaş-ı Veli'den bir söz paylaşmak istedim:

BİR OLALIM,İRİ OLALIM,

DİRİ OLALIM...

Berkan Meral Salı, Ağustos 16, 2011

Davet



Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!

Berkan Meral Salı, Ağustos 16, 2011

22 Temmuz 2011

Birlik Destanı

Allah katında Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni farketmez ona ancak takvanız ve ibadetleriniz ulaşır......Doğarken kulağıma okunan ezanın sesi hala kulaklarımda...Peltek dillimle annemin söyletmeye çalıştığı Elhamdülillah Müslümanım hala dilimde...Gördüklerim gözlerimde...Duyduklarım kulaklarımda...Diyorlar ya;sen doğru dur eğri kendin belli eder...Ben dümdüz dopdoğru burdayım...İnsanları birbirinden ayırmayan tüm canlara gelsin...Veysel der ki;


Allah birdir Peygamber Hak,Rabbül alemin mutlak,Senlik benlik nedir bırak,Söyleyim geldi sırası
Kürt'ü Türk'ü ve Çerkes'i,Hep Adem'in oğlu kızı,Beraberce şehit gazi,Yanlış var mı ve neresi?
Kuran'a bak İncil'e bak,Dört kitabın dördü de Hak,Hakir görüp ırk ayırmak,Hakikatte yüz karası
Binbir ismin birinden tut,Senlik benlik nedir sil at,Tuttuğun yola doğru git,Yoldan çıkıp olma asi
Yezit nedir, ne kızılbaş,Değil miyiz hep bir kardaş,Bizi yakar bizim ateş,Söndürmektir tek çaresi
Kişi ne çeker dilinden,Hem belinden hem elinden,Hayır ve şer emelinden,Hakikat bunun burası
Bu alemi yaratan bir,Odur külli şeye kadir,Alevi Sünnilik nedir,Menfaattir varvarası
Cümle canlı hep topraktan,Var olmuşuz emir Haktan,Rahmet dile sen Allah'tan,Tükenmez rahmet deryası
Veysel sapma sağa sola,Sen Allah'tan birlik dile,İkilikten gelir bela,Dava insanlık davası...

Berkan Meral Cuma, Temmuz 22, 2011

15 Temmuz 2011

Berat Kandili


Berat , Arapça'da temize çıkma anlamına gelir. İnancımıza göre bu gecenin bereketli ve feyizli bir gece olması sebebiyle Mübarek Gece; günahların affı ve kulların temize çıkarılması sebebiyle de Berat Gecesi ve kulların ihsana kavuşmaları nedeniyle de Rahmet Gecesi gibi adlar da verilmiştir.Bu Mübarek Gecede Allahımın tüm dualarımızı kabul etmesi niyetiyle kandilinizi kutlarım.

Berkan Meral Cuma, Temmuz 15, 2011

Başımız Sağolsun...


Ali, Ahmet, Ömer, Mehmet, Mustafa, Ercan, Yılmaz, Hüseyin, Yakup, Hasan, Murat, Abdullah... Sayın sayabildiğiniz kadar. Halkın erkek çocuklarına koyduğu ne kadar isim varsa alt alta sıralayın.

Göreceksiniz ki her isimden yüzlerce şehit var.

Hepsi halk çocuğu, hepsi gencecik, hepsi masum.

Dün on üç can gitti, daha önce on beş, ondan önce sekiz! Otuz yıldır her gün gazetelerde birer sayı olarak verildiler. Oysa her ismin arkasında aileler, umutlar, aşklar, geleceğe dair planlar vardı.

Ya sarp bir tepenin başında, ya kör bir dere yatağında parçalanıp gittiler. Mayınlar kollarını, bacaklarını kopardı. Sağ kalanlar, göğüslerine soktukları naylon poşetleri çıkarıp, arkadaşlarının parçalarını topladılar. Oysa daha dün gece nasıl da dertleşmişlerdi, gecenin ıssızlığında baş başa verip nasıl da terhisten sonra neler yapacaklarından söz etmişlerdi. Mayınla parçalanan Ali, “Gel teskere gel” diyerek gün sayıyordu ve her gece rüyasında, babasının söz verdiği gibi hemen evleneceği Aynur’u görüyordu.

Arkadaşının kanlı parçalarını toplayıp poşete dolduran Ahmet, dehşet içinde hem arkadaşının hazin sonunu hem de kendisini bekleyen korkunç kaderi düşünüyordu.

Bir kuytulukta ölüp gittiler.

Arkalarından cenaze törenleri yapıldı. Anaları babaları, bayrak örtülmüş tabutlarına sarılıp, yürek yakıcı feryatlarla ağlaştılar. Siyasetçiler, komutanlar “terörle hiçbir yere varılamayacağını, bu eylemleri yapanların hüsrana uğrayacaklarını” söylediler.

Sonra?

Sonrası hiç!

Hepsi unutuldu. Sadece ailelerinin ziyaret ettiği mezarlıklarda ve evlerinin duvarına asılı, çerçeveli bir fotoğrafta kaldılar.

Ne Ali anlayabildi niye öldüğünü; ne Ahmet, ne Ömer, ne Ercan, ne Mustafa!

Daha dünyayı kavrayacak yaşta değillerdi.

Onların tazecik bedenleri üzerine siyaset yapanları, uluslararası komploları, Orta Doğu üzerinde oynanan oyunları, enerji kaynaklarına sahip olma hesaplarını bilmiyorlardı.

“Vatanın sana ihtiyacı var!” dendi, onlar da davullu zurnalı şenliklerle asker ocağının yolunu tuttu.

Ama hem Türkiye’de hem de dışarıda yürekleri nasır bağlamış, buz bakışlı bir takım insanlar, bu delikanlıları birer insan değil, her an harcanabilecek piyonlar olarak görüyorlardı.

Kuytu boğazlarda, sarp geçitlerde parçalandılar.

Kendileri parçalanırken ailelerinin, sevenlerinin yüreklerini de parçalayıp gittiler.

Ve arkalarından bol bol nutuk söylendi.

Ne demişti Orhan Veli:

“Neler yapmadık şu vatan için

Kimimiz öldük

Kimimiz nutuk söyledik meydanlarda.”

***


Evlatlarımızı yiyen bu iğrenç, bu kirli, bu aşağılık savaşa lanet olsun!

Savaşı bitirmek yerine, ondan yarar uman, çıkar sağlayan canavarlara lanet olsun!

Kardeş kavgasını bitirmeyenlere lanet olsun!

Evlatlarımız ise nur içinde yatsınlar.

Yazar:Ömer Zülfü Livaneli
Kaynak:Gazete Vatan

Berkan Meral Cuma, Temmuz 15, 2011

13 Temmuz 2011

Çarşı diyor ki!


Bir çağrı: "Fitbolda Temizlik Hareketi"
“Fitbolda” temizlik hareketi!"

Futbol endüstriyelleşmiş olabilir.
Ama biz malul/meta değiliz.
Taraftarız.
Seyirciyiz.
Renklerine sevdalandığımız tutkunlarız.
Hangi Beşiktaşlı başarısızlıktan dolayı takımını terk etmiş?
Hangi Beşiktaşlı yenilgiden sonra takımına küsmüş?
Hangi Beşiktaşlı harama tevessül etmiş?
Yıllardır söyledik. Şimdi bağırmak zamanı.
Şeref’inizle oynayın, Hakkı’nızla kazanın!
Beşiktaş’ı bir değerler manzumesine dönüştüren, “duruşumuzu” borçlu olduğumuz iki abide isme yakışanı yapın.
Biz Beşiktaş taraftarları…
Elle atılan golle hüzünlendik. Hak etmemiştik.
Kendini yere atıp penaltı kazanan oyuncuya öfkelendik. Hak etmemiştik.
Rakibine dirsek vuranı, çelme takanı ıslıkladık. Efendi davranılmamıştı.
Haksız yere ceza gören rakip oyuncuyu savunduk. “Eyyamcı hakem” diye bağırdık.
Böyle olmalıydık.
Gündelik yaşamımızda peşinde koştuğumuz ahlakı, erdemi, dürüstlük ve olgunluğu sahada da görmeliydik.
Bizler Hatice’nin ahvalini de önemseyen, neticenin ille de başarının biricik kriteri olmadığına inananlardık.
Bugün Türk futbolu büyük bir sınavdan geçiyor. Kaybettiğimiz, üzüntüden kahrolduğumuz maçların nasıl parayla satın alındığını, nasıl “ille de başarı” diyenlerin hayatımızın biricik sevdasını istismar ettiğini öğreniyoruz.
Bugün maaşımızdan arttırdığımız bir biletin, umudumuzu bağladığımız bir kuponun, harçlığımızdan biriktirdiğimiz bir deplasman biletinin ardında aslında ne oyunlar oynandığını, ne hile ve düzenbazlıklar olduğunu öğreniyoruz.
Bugün sevdalandığımız renklerin süregelen soruşturmanın sadece mağduru değil, zanlısı da olabileceğini öğreniveriyoruz.
Mahkemenin kararını vereceği son güne kadar bu olayda ismi geçen bütün Beşiktaşlılar bizim için masumdur. Onlara önyargı ile bakmayacağız.
Ancak diğerlerinin yaptığı gibi arkalarından peşi sıra gitmeyi de reddetmeliyiz. Acı ve sancılı da olsa doğrusu budur. Artık “o” Beşiktaşlılar bize bizden olduğunu kanıtlamak zorundadır. Zira bizim yıllardır –perde arkasını bilmeden- yaşadığımız düş kırıklığını Kayseri’de yaşayan “Boz Baykuşlar” ile empati kurmadan gerçeğin peşinde koşamayız.
Şimdi iki takım var. Biri namuslu ve dürüst olanların takımıdır. Diğerinde ise şikeci, düzenbaz ve hile ile çıkar peşinde koşanlar var.
Biz Beşiktaşlılar ilkini temsil ediyoruz. Etmeliyiz.
Onun içindir ki masum olduğuna inandığımız, sonuna kadar inanacağımız “zanlı” Beşiktaşlılarla aramıza mesafe koymalıyız. Masumiyetlerini kanıtlayıncaya kadar ne “büyük” diye bağırırız ne de “yanındayız” diye destek veririz. Artık aidiyet değil hukuk devreye girmiştir. Adaleti simgeleyen o gözü bağlı kadın kadar tarafsız ve objektif düşünürüz.
Zira biliriz ki eğer ki ortada Beşiktaşımızı zan altında bırakacak bir iddia varsa. Biz utanacağız.
Eğer ki puan ya da kupa için anlaşılmışsa o kupaya saygı duymayacağız.
Eğer ki bir kişi bile vaatle Beşiktaş’a karşı yeterince koşmamışsa biz sevinemeyeceğiz.
Kimse “Beşiktaşk” dediğimiz için her şeyi mübah göreceğimizi beklemesin. Biz sevdiğimiz renklerin sevdalısıyız, belalısı olmayacağız.
Diyoruz ki:
Arının…temizlenin…masumiyetinizi sadece yargıya değil, bizlere de kanıtlayın.
Sizi kucaklayalım. Coşkuyla gücünüze güç katalım.
Ama siz de arınıncaya, temizleninceye ve masumiyetinizi kanıtlayıncaya kadar Beşiktaş’la aranıza mesafe koyun. Beşiktaş’a yapılacak en büyük iyilik budur.
Diyoruz ki:
Tarihi bir fırsat elimizdedir.
Adını dürüstlüğü ile bizleri “şerefli ikinciliklerle” onurlandıran efsanevi başkanımızın diliyle adlandıralım. “Fitbol”da temizlik hareketini biz Beşiktaşlılar başlatalım. Formalarımıza, atkılarımıza bir siyah kurdela bağlayalım. Bilelim ki o kurdela sahibi olan bizler “Fitbol”da Temizlik Hareketi”nin erleriyiz.
Manifestomuzu birlikte yazalım.

Ey diğer renklere gönül verenler…
Bu yazıdaki bütün Beşiktaş sözcüklerinin yerine kendi takımınızı, siyah beyaz yerine kendi renklerinizi yazın…
Var mısınız?

Berkan Meral Çarşamba, Temmuz 13, 2011

Değil Misin?




Mazlum Çimen'den;

Kaybolan şu benliğimi
Alıp giden değil misin
Şu sızlayan yüreğimi
Yaralayan değil misin

Değil misin değil misin
Yaralayan değil misin
Alıp beni ötelere
Götüren sen değil misin


Gün oldu başıma hızar
Gezer oldum diyar diyar
Ağustosta başıma kar
Yağdıran sen değil misin

Değil misin değil misin
Yağdıran sen değil misin
Ağustosta başıma kar
Yağdıran sen değil misin


Elimde elin görmeden
Eteğinden el öpmeden
Daha "Ene-l Hak" demeden
Yüzdüren sen değil misin

Değil misin değil misin
Yüzdüren sen değil misin
Daha "Ene-l Hak" demeden
Yüzdüren sen değil misin

Berkan Meral Çarşamba, Temmuz 13, 2011

11 Temmuz 2011

Biz Kurduk!

Berkan Meral Pazartesi, Temmuz 11, 2011

02 Temmuz 2011

Küllerimizden Doğarken

Rengârenk bahçenin masmavi deniz kokusunda, yemyeşil çimen kokusunda karartılmaya çalışılan bir gül. Siyah puslu bir gecenin ardından yağan bembeyaz karı delmeye çalışan bir kardelen edâsıyla çırpınan, küllerinden doğmaya çalışan bir Anka kuşu. Ya da ölümü beklercesine yalnız bırakılmış ve şairin ifadesiyle “Ne buğday tanesi ne de rüzgâr sadece bir yalnızlık ve garip ecel duygusu”. Aslından onun adı sevgi, onun adı hoşgörü. Tanrı dağları kadar dik başlı, Yesevi’nin ocağında yanan ateş gibi sıcacık. Çin saraylarını basan Kürşat ve atının nallarını İstanbul surlarına süren Fatih gibi atılgan ve çevik. Onun adı “Türkçe”.Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar binlerce yıldır var olan ve dünyayı fethetme tutkusunu içinde barındıran, zehirli sarmaşıklarla çepeçevre sarılmış olmasına karşın ümit var olan Türkçe.

Akif’in dilinde istiklâl olmuş, Necip Fazıl’da Sakarya, Atsız için bir kahramanlık, Serdengeçti için bir ağıt. Bazen de Nazım’ın dizelerinde bir yıldız ya da kayın ormanı.

Onu güzelleştirdiği iddia edilen zehirli sarmaşıklardan uzak. Evet, belki bugün uzaklaştık o sarmaşıklardan, elimizden geldiğince arındık, tertemiz olduk belki de. Ancak kaktüsleri göremeyecek, devetabanlarını göremeyecek kadar körleştik. Kültür emperyalizminin eline düşen bir bahçıvan makasıyla gürleşmesi için budarcasına değil, kökünü kurutmak istercesine katlediyoruz dilimizi. Büyük kar yığınları altında güneşi ümitle bekleyen kardeleni boğuyoruz. Sarmaşıklardan arınıp tam da yeniden küllerimizden doğacakken küllerimizde boğuyoruz kendimizi. Ziya Gökalp’i, Namık Kemal’i kendi elimizle yok ediyoruz. Yahya Kemal’in akıncılarını “Sessiz Gemi”sine bindirip uzaklara gönderiyoruz. Isparta güllerinin yerinde ithal orkideler dolup taşmış. Gül bahçemize Amerikan çöllerinden kaktüsler girmiş sinsice ya da gerçek yüzünü göstermeden gelen Avrupalı lâleler.

Sorguluyor muyuz acaba kendimizi? Neden, Nasıl, Niçin… Kurtulmak için ne yapıyoruz acaba bu dil yozlaşısından. Daha doğrusu yanlışın nerede olduğunu görebiliyor muyuz? Evet, yanlış apaçık ortada ve cevap Attila İlhan’ın satırlarında haykırıyor. “Giydiğimiz batının deli gömleği”. Bu deli gömleğini çıkarmak zorundayız artık, kurtarmak zorundayız dilimizi emperyalizmin kirli ellerinden. Evet, hepimiz yapmak zorundayız bunu. Elimizi taşın altına koymak zorundayız. Bir adım geri çekilerek olmaz, bir adım daha ileri atarak. Tanrı dağları kadar dik başlı ve Yesevi’nin ocağında yanan ateş gibi sıcacık sevgi dili için, Türkçe için…

Yazar:Metehan Çağrı
Kaynak:Söz Konusu

Berkan Meral Cumartesi, Temmuz 02, 2011

28 Haziran 2011

Miraç Kandili

Etiketler:

“Sevgili Peygamberimiz bu gecede Allah’ın huzuruna yükseltilmiştir. Bu kutsal yolculuk, sınırsız bir yükseliştir

Miraç’da “Şirk dışındaki günahların affının mümkün olabileceği, şirkin ise affedilemeyeceği” bildirilmiştir.

Böylece “Allah ile kullar arasına girilmez” inancı Miraç ile perçinlenmiştir.

Miraç, az zamanda çok iş yapmanın önemini, insan varlığının değerini ve yükselmenin gereğini ortaya koymaktadır.

Bu duygularla Müslümanların ve İslam dünyasının Mirac Kandilini kutlar, her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz birlik ve beraberliğe, uzlaşı ve hoş görüye, insanca yaşama ve uygarca yükselişe vesile olmasını diler, saygılar, sevgiler sunarım”

Berkan Meral Salı, Haziran 28, 2011

26 Haziran 2011

İnek,Beygir ve Eşek


Ve Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege’de yaşayan ünlü masalcı Ezop’un iki bin altı yüzyıldır canlılığını yitirmeyen öyküsü: Bir inek, bir beygir, bir eşek etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler… Her biri başka bir yöne gider. Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir… İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür. Beygir merakla sorar: “Nedir bu halin inek kardeş?” İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır: “Sorma beygir kardeş… Bu insanlar çok merhametsiz… Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.” Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır: “Ah sorma… Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş!...” İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır. İnek ve beygir şaşırmış bir şekilde sorarlar “Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle dört köşesin?” Eşek keyifli bir şekilde anlatır: “Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim anırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim…” “Eee sonra ne oldu?” “Ne olacak beni başkan seçtiler!” “Deme yahu… Yani sen başkan mı oldun?” “Evet… Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben anırdıkça onlar ‘seninle gurur duyuyoruz’ diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve avazım çıktığı kadar anırdım!” “Pekiii senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?” “Valla küçük bir kısmı anladı ama diğerlerine anlatamadı!”

Berkan Meral Pazar, Haziran 26, 2011

25 Haziran 2011

Piri Reis Haritalarını Uydudan mı Çizdi ?


18. yy. başlarında Topkapı Sarayı’nda Kaptan-ı derya (amiral) Piri Reis'e ait bir çok eski haritanın bulunduğunu, 1957 yılında Amerikalı haritacılar tarafından incelenen haritalarda henüz 1952 yılında ses yansıtıcı araçlarla keşfedilen Antarktika dağlarının bütün ayrıntılarıyla çizildiğini, daha sonra uydu fotoğrafları ile karşılaştırılan haritalarla uydu fotoğrafları arasında müthiş benzerlikler çıktığını, bilim adamlarının bu haritaların ancak çok yükseklerden çekilmiş fotoğraflar aracılığı ile çizilebileceğini söylediklerini, biliyor muydunuz?

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 25, 2011

Mustafa Kemal ve Bakara Suresi

Mustafa Kemal, kurulacak devletin şekli ile ilgili toplumun her kesiminden insanlarla görüşmeler yaparken sıra, mollalar, şeyhler ve din büyüğü geçinen kişilere gelir. Mustafa Kemal bunlara haber göndertip, gelecek hafta kendileriyle bu konuyu görüşeceğini ancak konuşmalarının bir temeli olarak katılacak olan herkesin Bakara suresini 288. ayetine kadar okumalarını rica eder.
Toplantı günü gelip çattığında, Mustafa Kemal kürsüye çıkar ve sorar:
-Arkadaşlar, buraya gelmeden önce hepinizden Bakara suresini 288'e kadar okumanızı rica etmiştim. Kimler okudu Bakara'yı 288'e kadar?
Salondaki bütün eller istisnasız olarak bu ricayı yerine getirdiklerini belirtmek için havaya kalkar.
Bunu üzerine Mustafa Kemal sözlerine devam eder:
-Beyler işte, kuracağımız devletin neden din temeline dayanamayacağının açıklaması: Bakara yalnızca 286 ayettir.

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 25, 2011

Laiklik Nedir?

Atatürk, Florya'dan Çekmece'ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı.

Adam hürmetle ayağa kalktı, Ata'yı selamladı.

Atatürk sordu: "Beni tanır mısın?" ,

"Tanımaz olurmuyum, Evimde resmin bile var!"

Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar....
İhtiyar: "Bir işine aklım ermedi" dedi.

"Cumhuriyetçiliği, İnkılâpçılığı, Milliyetçiliği, Halkçılığı hatta Devletçiliği anlıyorum ama, şu Laikliği pek kavrayamadım.
Neden herşeyi birden bozdun?"

Ata: "Bunu sana bir hikaye ile anlatayım" dedi.

Amr-İbnl-As, Mısır'ı fethettiği zaman, Halife Ömer'e bir mektup yazmış:
"Burada birçok kütüphaneler, içlerinde de birçok kitaplar var. Bunları yakayım mı, yoksa bırakayım mı?.."
Ömer cevap vermiş: "Kitapları tetkik et, eğer faydasız şeyler ise, yak!
Yok, eğer faydalı şeyler ise yine yak! Çünkü halk o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize yani - yeniye ve yeniliğe - daima düşman olacaklardır!.."
Hikayeyi anlatan Ata, ihtiyara sordu:
"Şimdi sana Laikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?"

İhtiyar derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi:

"İstemez Paşam, hepsini anladım!"

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 25, 2011

Anayasa'nın ilk dört maddesi



Anayasa'nın ilk dört maddesi der ki;
MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.
MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 25, 2011

18 Haziran 2011

Babalar Günü



Öncelikle bu özel günü kutlamak için bir hikaye ile yazıma başlayayım;

Adam, akşam geç bir saatte işinden döndüğünde beş yaşındaki oğlunu, kapıda kendisini beklerken bulur.

Çok yorgun ve perişandır.
Çocuk heyecanla sorar:

- Baba, bir soru sorabilir miyim?
- Tabii ki sor bakalım ama kolay olsun.
- Bir saate kaç lira kazanıyorsun?

Baba, çok sinirlenir ve oğluna kızar.

- Seni ilgilendirmeyen işlerle ne diye uğraşıyorsun? Kaçsa kaç, sana ne?

Oğlan tekrar sorar:

- Sadece bilmek istiyorum, babacım. N'olur söyle, bir saatte kaç para kazanıyorsun?

- Peki o zaman. Madem çok merak ediyorsun, söylüyorum.

Saatte 50 lira kazanıyorum. Mutlu oldun mu şimdi?

Çocuk birden çok üzülür, bu cevapla küçük belki de büyük hayalleri yıkılmış gibidir. Hemen kendini toparlayıp babasına sorar:

- Baba, bana 25 lira borç verebilir misin?
Baba yine sinirlenir ve şöyle der:

- Eğer saçma sapan bir şey ya da oyuncak almak için bu parayı istiyorsan derhal odana git bakalım

ve düşün! baban bütün gün sen, o saçma sapan, ne olduğu belirsiz şeyi al diye para kazanmıyor.

Böyle düşündüğün için yazıklar olsun sana!

Küçük oğlan sessizce odasına gider ve yavaşça kapısını kapatır. Baba ise daha da çıldırmış olarak kendi kendine söylenir.

Sırf para alabilmek için bana böyle sorular sormaya nasıl cüret eder, diye düşünür.
Bir, bir buçuk saat geçmiştir ki baba artık sakinleşmiştir ve mantıklı olarak düşünmeye başlar.

Belki de gerçekten alması gereken çok önemli bir
ihtiyacı vardır diye hayıflanır.

Bugüne kadar oğlunun kendisinden hiç para istemediğini hatırlar.

Doğru oğlunun odasına gider. Kapıyı açar ve oğluna sorar:

- Uyudun mu oğlum?

- Hayır, diye cevap verir oğlan.

Baba devam eder...

- Çok yorgundum, o yüzden sana karşı biraz haksızlık ettiğimi düşündüm ve işte al, istediğin 25 lira.
Çocuk, sevinçle yatağında zıplar. Parayı alırken babasına sarılıp 'sağol babacım, yaşasın' der ve heyecanla yastığının altındaki buruşuk paraları çıkarıp, saymaya başlar.

Baba, oğlunun zaten parası olduğunu fark edince yeniden sinirlenir.

Çocuktek tek paraları sayarken, baba hiddetle sorar:

- Madem paran vardı neden benden istedin?

- Çünkü yeterince param yoktu da ondan. Ama şimdi tamam. İstediğimi satın alabilirim artık. Yaşasın!

Ve çocuk babasının şaşkın bakışları üzerinde, devam eder:

- Babacım, şimdi 50 liram var ve senin bir saatini satın almak istiyorum.

Yarın eve erken gel ki birlikte yemek yiyip harika zaman geçirelim.
Baba çökmüştür, oğluna sarılır ve onun kendisini affetmesini ister.

Okuduğumda beni derinden etkileyen bu hikayeyi de arada paylaşmak istedim.Neyse gelelim asıl konumuza;
Babalar günün kutlu olsun Babacığım,seni çok seviyorum be iyiki varsınız,niye bu kadar duygusalız be gözlerim yaşardı yine :)

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 18, 2011

Ölümle burun buruna olmak nasıl bir duygu?

Napolyon bir gün düşman askerlerinden kaçarken bir bakkala girer. Bakkal Napolyonu hemen tanır ve saklar. Arkadan gelen düşman askerlerine de "şuraya doğru kaçan bir adam gördüm" der. Düşman askerleri gittikten 5 dakika sonra Napolyonun muhafızları gelir.

O anda bakkal :
- Efendim haddim olmayarak size bir şey sormak istiyorum. Ölümle burun buruna olmak nasıl bir duygu? diye sorduğu anda Napolyon
- Bre densiz. Sen kim oluyorsun da dünyayı titreten insana böyle bir soru soruyorsun der ve muhafızlara dizin bu herifi kurşuna diye emreder.

Bakkalın gözünü bağlarlar. 3 2 1 diye sayarlarken; Bakkal içinden "ne yaptım ben? Bak şimdi öleceğim." diye düşünürken bir el uzanır ve göz bağını açar. Bağı açan Napolyondur ve "işte böyle bir duygu" der.

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 18, 2011

Gerçek Aşk

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 18, 2011

Dua :)

ALLAHIM,

MAL verdiğin zaman SAADETİMİ
KUVVET verdiğin zaman AKLIMI
İKTİDAR verdiğin zaman BASİRETİMİ
BELA verdiğin zaman İMANIMI
NİMET verdiğin zaman MERTLİĞİMİ
GÜZELLİK verdiğin zaman İFFETİMİ
ZORLUK verdiğin zaman SABRIMI

BENDEN ALMA YARABBİM.

Berkan Meral Cumartesi, Haziran 18, 2011

09 Haziran 2011

Şşş !!!

Etiketler:

Gerçeği saptırarak,başarısızlıklarını başkalarına yıkıp onların arkalarından konuşanlara gelsin;

Kimsenin yüzüne karşı söylemediğini, arkasından söyleme
Ve bil ki; Arkadan konuşma korkaklığın en iğrenç şeklidir...

Berkan Meral Perşembe, Haziran 09, 2011

08 Haziran 2011

Ortalama Hesaplama

Gazi Üniversitesi dönem sonu ortalama hesaplama;




Buçuklu kredi hesaplarken ondalık kısmı , (virgül) ile ayırmalısınız! Aksi halde, aradaki . (nokta) hesaba katılmayıp, krediniz on katına çıkar.

Örneğin dersinizin kredisi 3.5 ise, 3,5 olarak yazmalısınız. Eğer 3.5 yazarsanız bu 35 kredi olarak hesaba katılacaktır.

Daha önce paylaştığım Dönem Sonu Not Ortalaması Hesaplayıcısı 2. sürümü ile tekrar burada. Hem de bu sefer, notları girip sayfayı yenilemenize gerek yok. Gerçek zamanlı hesaplanıyor.

Berkan Meral Çarşamba, Haziran 08, 2011

30 Mayıs 2011

Hacı Bektaş'tan



"Kudret eliyle kurulmuş,yıkılmaz yapımız bizim,
Aşk kalemiyle yazılmış,silinmez yazımız bizim,
Yaradana sığınıp,ümid ile gelenlere,
Ezelden ebede kadar açıktır kapımız bizim..."

Hacı Bektaş-ı Veli

Berkan Meral Pazartesi, Mayıs 30, 2011

19 Mayıs 2011

19 MAYIS


Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Berkan Meral Perşembe, Mayıs 19, 2011

10 Mayıs 2011

Uşaklık


Bizi birilerinin uşağı haline getirmek isteyenlere gelsin;
İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul'a Atatük'ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce,
-"Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini, yahut bir aşçı bulunuz !...dedi.

Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o
şekilde düzene koydular... Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral
sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek:

- Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere'de zannettim diyerek memnuniyetini bildirdi. Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı.

Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a :
- Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim! dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün bu sözlerine hayran oldular. Atatürk garsona da vazifene devam et emrini verdi.

Berkan Meral Salı, Mayıs 10, 2011

05 Mayıs 2011

Hıdırellez

Etiketler:


Hıdrellez, bütün Türk dünyasında bilinen mevsimlik bayramlarımızdan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan hıdrellez günü, Hızır ve İlyas Peygamber'in yeryüzünde buluştukları gün olması nedeniyle kutlanmaktadır. Hızır ve İlyas sözcükleri birleşerek halk ağzında hıdrellez şeklini almıştır.Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır.

Hıdrellezle İlgili Diğer İnançlar

Hıdrellez’de tamamen inançtan kaynaklanan, yapılması uygun veya uygun olmayan davranışları belirtmek gerekir.
Hıdrellez gece ibadetle geçirilir. Ertesi gün temiz giyimli olarak dolaşmak gerekir. Evde genel temizlik yapılır. Çeşitli yiyecekler hazırlanır. Hıdrellez günü için, yumurta kaynatılır. Ağzı açık bükme, katmer, börek, irmik helvası vb. gibi yemekler hazırlanır.
Hıdrellez sahabı erken kalkmak uğurlu kabul edilir.
Sabahleyin dua edilmesi, dilek ve temennilerde bulunulması, toplu olarak ailece yemek yenilmesi, Kuran kıraatı, sabah namazından önce kabir ziyareti yapılması gereken adetler olarak görülmektedir.
Ellere ve ayaklara kına yakılır. (kadınlar)
Akarsuya, dilekler bir kağıda yazılarak bırakılır. Mesela İzmir ve çevresinde dilek kağıtları Hıdrellez sabahı denize bırakılmaktadır.
Nişanlı çiftler arasında karşılıklı hediyeler gönderilir.
Hıdrellez günü evler ilaçlanmaz. Nasip süpürülür inancı ile bazı bölgeler de evler süpürülmez.
Kuru baklagiller bir torba içinde bahçede ağaçlara asılır. Hıdır Baba'nın kamçısıyla bunlara dokunması ve bereket getirmesi dileği tutulur. Buna benzer biçimde ev, araba, çocuk ziynet eşyası resimleri de yapılarak bahçeye muhtelif yerlere asılır.
bullet Evde kalma tehlikesiyle karşı karşıya genç kızların başları üzerinde Hıdrellez günü yeni kullanılmamış kilit açılır.
Hıdrellez günü, açların doyurulması, dargınların barıştırılması, üzüntülü olanların sevindirilmesine çalışılır.
Hıdrellez’de içki içilmez, kumar oynanmaz.
Yoğurt çalınır. Ancak maya kullanılmaz. Yoğurdun tutması halinde eve Hıdır'ın uğradığına inanılır.
Hıdrellez günü kırlara gidildiğinde Hıdrellez azığını çalma adeti yaygındır.
İnanışlara Göre Neler Yapmalı Ve Yapmamalı
Hıdrellez, evlerde temizlik yapılarak karşılanmalıdır.
- İneklerin sütü kesilmesin diye Hıdrelleze 7 gün kaldı mı kimseye peynir ve yoğurt mayası verilmez.
- Evin bereketi gitmesin düşüncesiyle kimseye ekmek mayası verilmez.
- Hıdrellezden 1 gün önce (5 Mayıs) kırlardan 41 çeşit ot, küçük taş ve kekik otu toplanır. Bunlar su dolu bir kap içine atılır ve Hıdrellez sabahı bu suyla el, yüz yıkanır (Bunu yapmakla cildin güzelleşeceğine ve hastalıklardan arınıp, zindelik kazanılacağına inanılır).
-5 Mayıs'ta 41 çeşit ot toplanıp eve gelince evde bulunan eski asırlar ve eski eşyalardan bir kısmının yakılmasıyla bit, pire ve günahlardan arınılacağına, yakılan bu ateşin üzerinden atlamakla da yıl içinde kazanılmış olumsuz ve kötü şeylerin yok olacağına inanılmaktadır.
- Hıdrellez gecesi (5 Mayıs'ta) evin ana giriş kapısına ağaçlardan koparılan yeşil yapraklı dal konur. Özellikle kapıya asılan söğüt dalının sağlık getireceğine inanılmaktadır.
- Hıdrellez akşamı toplanan genç kızlar bir çömleğin içine kendisine ait bir eşyayı (boncuk, yüzük) atarlar. Hıdrellez sabahı tekrar toplanan genç kızlar küçük bir çocuğun gözlerini bağlayarak çömlekten boncuk ve yüzükleri tek tek çektirirler. Bu sırada mani bilen kızlar da tek tek mani söylerler. Kimin eşyası hangi manide çömlekten çekilmiş ise o genç kız o maniyi kendine göre yorumlar.
- Hıdrellez gecesi ısırgan otu koparılıp evin önüne konur. Isırgan otu sabaha kadar yendiyse, o kişinin seneye Hıdrelleze kadar öleceğine, yenmediyse yaşayacağına inanılır.
- Hıdrellez akşamı ( 5 Mayıs) kadın ve kızlar ellerine kına yakarlar.
- Hıdrellez akşamı (5 Mayıs) bahçede kenar ve köşelere bakılır. Şayet bakılan yerlerde toprak parıldarsa orada hazine olacağına inanılır.
- Hıdrellez akşamı ( 5 Mayıs) ikindiden sonra bahçede bulunan gül ağacının altına insanlar isteklerinin resmini çizerler. Örneğin ev isteyen ev şekli, araba isteyen araba şekli, hayvan isteyen hayvan şekli, evlilik isteyen sevdiğini canlandıran bir resim çizer ve dilekte bulunurlar. Bunu yapmakla o yıl içerisinde isteklerinin gerçekleşeceğine inanırlar.
- Hıdrellez sabahı uykudan erkenden kalkılır.
- Hıdrellez sabahı anne ve babalar çocuklarını uykudan erken kaldırmak için; kalkın; demezler ;uçun, uçun; derler.
- Hıdrellez sabahı insanlar uykudan yeşil dallarla uyandırılır.
- Hıdrellez sabahı erkenden kalkılıp dereden 3 kez geçilir. Çim üzerindeki çiğlere el sürülüp yüzler ıslatılır.
- Boyu çok uzun olanların başına hıdrellez sabahı çubukla vurulur (Boyun fazla uzamaması için).
- Meyve yapmayan ağaçlar Hıdrellez sabahı baltayla korkutulur (Ağaçların korkup meyve vereceğine inanılır).
- Hıdrellez sabahı hayvanlar yeşil dallarla dereye sulamaya götürülür.
- Hıdrellez günü uyku uyunmaz. Uyku uyunursa bütün yıl uyunulamayacağına ve işinin iyi gitmeyeceğine inanılır.
- Hıdrellez günü badana, temizlik yapılmaz. Kıra çalışmaya gidilmez.
- Hıdrellez günü un elenmez, çamaşır yıkanmaz.
- Hıdrellez günü dikiş dikilmez.
- Hıdrellez günü kavga edilmez. Kavga edilirse bir yıl boyunca kavgalı olacağına inanılır.
- Hıdrellez günü hamile kadınların salıncakta sallanmasına izin verilmez.
- Hıdrellez günü makas iple bağlanır, açılmaz. Makas kimseye verilmez, elle tutulmaz.
- Hayvanların sütünün çok olması için Hıdrellez günü süt pişirilmez, gece pişirilir. Sütü olmayan komşulara süt verilir, yayıkta ayran yapılıp komşulara dağıtılır.
- Hıdrellez günü ekmek yapılmaz.
- Bazı köylerde Hıdrellez sabahı silah atılır.

Berkan Meral Perşembe, Mayıs 05, 2011

02 Mayıs 2011

Attila İlhan'dan


Şimdi bu kadar yakınlıktan sonra, Türkiye nasıl birden bire batıdan yana döndü ve Asya’yı kendine düşman gibi görmeye başladı ve Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisini kaybetti. Bakın birazcık askerlikten anlayan şunu hemen anlar.


Kuzeyini Sovyetler Birliği ile dostluk sayesinde garantiye almıştır. İran ile kurduğu dostluk sayesinde gerisini garantiye almıştır. Balkanlardaki eski Osmanlı toprakları üzerine kurulmuş olan devletleri bir araya getirerek Balkan Paktını kurarak Hitler’e karşı garantiye almıştır.


Güneyde, Sadabad Paktını kurarak ki orada Irak, İran ve Afganistan vardır. İngiltere’ye karşı kendini garantiye almıştır. Açık bıraktığı tek cihet batıdır. Neden? Çünkü belanın oradan geleceğini biliyor da ondan. Gerçekten bela gelmekte hiç gecikmemiştir. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra ortaya çıkan parti kavgalarının ardında hep batı vardır. Herkes, Şeyh Sait İsyanını orada cahil bir Kürt Müslümanlık adına isyan etti zanneder. Hayır öyle bir şey yok. İki kelimeyle onu da anlatayım isterseniz.


Biliyorsunuz, Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye, Kerkük ve Musul’un Misak-ı Milli sınırları içersinde olduğunda ısrarlıydı. Yani, vermiyorduk. Lozan’da bu tartışıldı. Kabul ettiremedik. Kabul edilmeyince, bir konferans yapar orada anlaşırız dediler. İstanbul’da Haliç’de bir konferans yapıldı. Orada da anlaşılamadı. Her iki tarafta burası bizim diyor. İngilizler bizim diyorlar, biz burası bizim diyoruz. Bunun üzerine, Birleşmiş Milletlerinin o zamanki varyasyonu olan Milletler Cemiyetine gidildi. İngilizler, orada kulisleri sayesinde kendi lehlerine bir karar çıkardılar. Ve Türkiye’ye denildi ki Süleymaniye, Musul ve Kerkük’ü terk edeceksiniz. Türkiye ne yaptı biliyor musunuz? Türkiye bunu reddetti. Türkiye bunu reddedince ne oldu biliyor musunuz? İngiltere devleti vehimhanesi Ankara’ya bir ültimatom verdi. Eğer orayı bize vermezsen ‘savaş’ çıkar. Türkiye’nin cevabı ne oldu biliyor musunuz? Savaşırız! Oldu. Biz böyle bir devletin çocuklarıyız. Bir de şu halimize bakın. İngiltere devlet vehimhanesine Süleymaniye, Musul ve Kerkük için savaşırız diyoruz. Savaştan çıkalı henüz beş sene olmuş. Halbuki, sonradan savaşsız, bir miktar ‘para alarak’ her üçünü de onlara devrettik.


Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye’nin başında bir ‘batı belası’ vardır ve bu bela hiç eksik olmamıştır. Bu nedenle, Mustafa Kemal ölünceye kadar batıyla hiçbir anlaşma yapmamıştır. Kral 8. Edward, Dolmabahçe Sarayına Mustafa Kemal Paşa’nın ayağına kadar geldi. Mustafa Kemal Paşa, Dolmabahçe Sarayında, Kralın Edward’ın isteklerinin hepsini reddetti. İngilizlerle hiçbir anlaşma da yapmadı. Peki İngilizlerle ne zaman anlaşma yaptık? Mustafa Kemal Paşanın ölümünden 144 gün sonra, çok da değil. Ve hiç açık bir mecburiyet yokken İsmet Paşa gitti İngilizlerle bir anlaşma imzaladı. Bugün içine düştüğümüz çıkmazın başlangıcı o anlaşmadır. O anlaşma bizi, İkinci Cihan Harbinde sefil etti. Hatta biraz da rezil etti. Herkesle dost olduk hiç birinin yanında harbe girmedik. Bundan da biz ‘sanki büyük bir başarı kazanmış’ gibi çıktık. Tek başına ve yalnız kalmıştık. O günden bu güne Türkiye artık kendisini ‘ciddi ve önemli bir devlet sayamıyor’. Bu utanç verici bir şeydir. Sizin 70 kusur milyon nüfusunuz olacak ve dünya ekonomisinin ilk 20’si içinde ilk 16. sırada bulunacaksınız, dünya savunma örgütleri içersinde ilk 10’da 6. sırada olacaksınız ve küçük bir devlet gibi acaba beni ‘Avrupa Birliğine alırlar mı?’ acaba ‘Amerika bana bunu verir mi?’ diye ‘Medine fukarası gibi yalvaracaksınız’. Gazi kim bilir mezarında nasıl dönüyor? Bu olacak bir iş değildir. Yapılacak bir iş değildir. Hele bizim yapmamıza kimsenin tahammülü olmaması gereken bir şeydir.


Batı bizden korkuyor. Bu o kadar açık ortada. Fakat bir türlü devleti yöneten adamlarımıza bunu anlatamıyoruz ama hiç olmazsa aydınlarımız bunu anlamalı. Bizim amacımız, ‘batılılaşmak’ değildir. Bizim amacımız ‘çağdaşlaşmaktır’. İkisi birbirinden farklı şeylerdir. Batılılaşmak demek, batıda herhangi bir devletin gelişmek için ne yaptıysa, hepsini alıp Türkiye’de yapmak demektir. Bu yaptığınıza, ‘sömürgeleşmek’ denir. Çünkü batılı devletler sömürgelerinde bunu yaparlar. Yani, mesela Cezayirli yazarlar Fransızca yazarlar ve eserlerini Fransa’da yayınlarlar. Şimdi bizim delikanlıların İngilizce yazıp Amerika’da yayınlamak istemeleri gibi. Bu bir hacalettir. Utanç verici bir şeydir. Sen kendi dilinde yazıp oraya kendini kabul ettirebiliyor musun? Sen o zaman önemli bir devletsin. Ve sen bunu yapacak güçtesin. Şimdi buraya nereden ve niçin geliyorum? Çünkü biz buraya gelebilmek için başlangıçta anlattığım o dramatik sahneleri yaşamış olan Ege’yi özellikle İzmir’i kurtarmayı hedef edinmiştik. Büyük Taaruzun hesabı kitabı bunun üzerine yapılmıştı. 26 Ağustos’ta Büyük Taaruz başladığı zaman, kıtalar hedeflerini biliyorlardı. Hedef Akdeniz’di. O da İzmir demekti. O savaşı çeşitli yabancılardan okumak lazım. Ve gene şaşıracaksınız. En iyi Ruslar anlatıyorlar. Çünkü cepheye en yakın sokulabilen Ruslar olmuşlar o zaman. Ve birisinin anlattığı bir sahne vardır ki benim hiç gözümün önünden hiç gitmez. ‘Askerler sıraya girdiler. Bir yerde onlara avuçla arpa veriliyor. Buna bir anlam veremedim.’ diyor bir Rus gazeteci. ‘Gittim ve bunu bu işi yapanlara sordum. Niçin bu arpayı veriyorsunuz? Bu onların ‘tayını’ demişler. Bu arpayı haşlayıp yiyeceklerdir.’ İşte, biz bununla İzmir’e geldik. Bununla, Yunanlıları denize döktük.


‘Sizler o Türkler misiniz, değil misiniz?’ Bunu bir düşünün. Onlar böyle adamlardı. Sözü sonuna bağlamadan önce gene o günlere dönelim. Fahrettin Paşa’nın Süvari Kolordusu Büyük Taaruzda çok faal rol oynamıştır. 8 Eylül günü yani bugün Manisa’ya girer. Manisa kurtulmuştur. Uzun süreden beri savaşmaktadırlar ve henüz süvarilerin midesine sıcak yemek girmemiştir. Manisa’nın kazanılması üzerine, bir yemek yenilmesi emredilir. Seyyar mutfaklar kurulur. Yemek hazırlanmaya başlanır. Fakat bir müddet sonra, bu taraftan (İzmir’den) bir telgraf gelir. Yunanlılar çekiliyor, yerli Rumlar şehri yakacak, acele yetişilmesi lazımdır. Menemen’den bir telgraf geliyor. Rumlar bizi yakacak derhal yetişmeniz lazımdır. Derhal kazanlar dökülüyor ve süvariler atlara atlayıp bu gece İzmir istikametinde ve Menemen istikametinde harekete geçiyorlar. Ve aşağı yukarı sabah yaklaşırken bu civara gelmişlerdir. 9 Eylül sabahı, Kumandanı Yüzbaşı Şerafettin Bey olan öndeki birliklerden bir tanesi İzmir’e ilk giren birlik olmak hırsı ve hevesiyle şimdiki ismiyle Hilal ve Alsancak dediğimiz bölgeden bir taaruz geliştiriyor. Neticede, dört nala ilerlerken hiç beklemedikleri bir şekilde, bir yıkıntının arkasında pusu kurmuş olan yerli Rumlar ani bir ateş açıyorlar. Ve bu ateş onları durduruyor hatta içlerinden üçü orada şehit oluyor. Fakat Yüzbaşı Şerafettin Bey’in atlıları öyle kolay yılacak atlılar değillerdir. Savaşarak, Alsancak istikametinden İzmir’e girerler. 9 Eylül sabahı, saat 10.30’da, Konak’ta Hükümet Konağının balkonunda asılı olan Yunan bayrağını Yüzbaşı Şerafettin Bey bizzat indirir. Türk Bayrağını çeker. Ve İzmir Türk olur. Çok geçmeden Sarıkışla ve Kadifekale’ye de bayrak çekilir. Böylece hedefe varılır. Varılır da beni düşündüren şudur. Neden bu kadar sene geçtiği halde, hiç birimiz bu üç şehidin kim olduğunu hiç araştırmadık. Onlar her şeyleriyle, İstiklal Savaşının ‘gerçek temsilcileridir’. Sonuna kadar getiriyorlar ve şehre girerken şehit düşüyorlar. Şu kadere bakın. Ben bunu ilk defa, burada (İzmir’de) gazetecilik yaparken Karşıyaka’ya geçtiğim yolda bir abide görünce fark ettim. Sıradan küçük bir taş dikilmişti. Nedir diye merak ettim. Çünkü öyle şatafatlı bir şey değildi. Bir gün arabadan indim ve baktım. Üzerine yaldızla eski harflerle kısacak bir not düşülmüş. Ben Cumhuriyet çocuğu olduğum için eski yazıyı bilmiyorum. Onu aynen kopya ettim. Sonra götürdüm, o zaman sağ olan anneme gösterdim. Annem ona baktı ve iki kelime okudu. ‘Şeref’ ve ‘Namus’. Bu iki kelime, bütün bir İstiklal Savaşının özetidir. Biz tarihte 20’ye yakın devlet kurmuş bir kavimiz. Biz öyle kolay kolay Yunanlıya, İngilize, Fransıza esir olacak bir millet değiliz. Bunu her zaman isteyenler çıkacaktır. Ama görev verilmiştir. Görevi biliyorsunuz. Birinci vazifemiz, Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdaafa etmektir. Bu, bizim en büyük hazinemizdir. Ama bu hazineyi, istikbalde dahi elimizden bizim almak isteyecek olan harici ve dahili bedhahlarımız olacaktır. O bedhahlara karşı aynı mantıkla direnebilmeliyiz. O bedhahlar, Mustafa Kemal Paşa’nın nutkun sonunda belirttiği ‘bedhahlar’ ortada. İş o kadar vahim.


Onun için ben diyorum ki ‘Parola Vatan, İşareti Namus’ O halde dikkat. Görev başına. Marş marş, marş!

Kaynak:banuavar.com.tr

Berkan Meral Pazartesi, Mayıs 02, 2011

27 Nisan 2011

Son Balo




Sarı Zeybek şu dağlara yaslanır,
Yağmur yağar silahları ıslanır,
Deli gönül bir gün olur uslanır.

Yazık olsun telli doru şanına,
Eğil bir bak mor cepkenin kanına.

Şu dağları kara duman bürüdü,
Üç yüz atlı beş yüz yayan yürüdü,
Sarı Zeybek bu dünyada bir idi.

Yazık olsun telli doru şanına,
Eğil bir bak mor cepkenin kanına.

Berkan Meral Çarşamba, Nisan 27, 2011

Ghadir Khum Söylevi


Aldığı ayet üzerine Peygamber, oldukça sıcak olan Ghadir Khum vahasında durdu. Yola çikmis olan bütün insanların hemen geri gelmesi için haber saldı ve geride kalan bütün hacılar ulaşincaya dek bekledi; herkes geldi ve biraraya toplandılar. Muhammed Salman’a kaya parçaları ve deve semerleri kullanarak yüksekçe bir minber (kürsü) yapmasını buyurdu. Ancak böyle bir yerden duyurusunu yapabilirdi. İlk inen ayeti bildirdiğinde ögle saatiydi ve o vadinin içi aşirı sıcaktı. Bunun için insanlar giysilerini ayaklarına bacaklarına sararak, kaya parçaları üzerindeki semerlerden minberin çevresinde oturuyorlardı.
O gün Tanrının elçisi, üç saati minberde olmak üzere tam beş saatini konuşmakla harcadı. Kur’an’dan yaklaşik 100 ayet okudu ve yetmiş üç kere de hatırlatma yaptı ve insanları işleri ve geleceklerine ilişkin olarak ikaz etti. Sonra onlara uzun bir söylev verdi.Ve Tanrının elçisi şöyle başladı konuşmasına:

“Tanrı tarafından çagrilacagim ve benim bu çagriyi yanıtlayacağı vaktin yakın olduğu görülüyor. Sizin için iki değerli şey bırakıyorum ve eğer bunların ikisine sıkı yapışırsanız, benden sonra asla yolunuzu şaşirmazsınız. Bunlardan biri Allahın kitabı Kuran, diğeri ise benim soyumu sürdürecek olan Ehlibeyt’im. Bu ikisi birbirinden asla ayrılmayacaktır taki onlar cennetteki havuzun başinda benim yanıma gelinceye kadar.”

Sonra Peygamber sordu : “Onların kendileri üzerinde olduğundan daha fazla inananlar üzerinde benim hakkım yok mudur” Kalabalık bağırark yanıtladı : “Evet, ya Resulullah!” Bunun üzerine Peygamber, Ali’nin elinden tutup havaya kaldırdı ve “ben dedi, herkimin mevlası, efendisi-önderi isem, Ali de onun önderi efendisidir. Ey Tanrım, onu sevenleri sev, ona düşman olanlara düşman ol!”

Berkan Meral Çarşamba, Nisan 27, 2011

24 Nisan 2011

Biz Dönmeyiz


Bektaşi ile Mevlevi karşılaşmışlar.
Bektaşi sormuş: "Ne yapıyorsunuz erenler?"
Mevlevi boynunu bükmüş: "Ne yapalım ALLAH deyip dönüyoruz. Siz ne haldesiniz?"
Bektaşi: "Biz ALLAH diyoruz ve bir daha dönmüyoruz" demiş.

Berkan Meral Pazar, Nisan 24, 2011

23 Nisan 2011

23 Nisan


"Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz.”
M.Kemal ATATÜRK

Berkan Meral Cumartesi, Nisan 23, 2011